Türk Müslümanlığı Ne Oldu?
Dînî açılım yapmayacağız, din adamı da değiliz. Zâten İslam dîninde ruhban sınıfı da yoktur. Yâni müslümanlık inancının tanıtımından, korunmasına kadar hiçbir dînî eylem, belli bir grup veya sınıfın yetkisinde değildir. Ancak dînin kültür, kültürün din içinde olduğunu biliyoruz. Bu sebeple şiirlerin refâkatinde sâdece kültürel analiz yapmaya çalışacağız. İşte seçtiğimiz bâzı örnekler;
Kendi hüsnün hublar şeklinde peydâ eyledin,
Çeşmi âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin.
Şâir şiirinde Yaradanı ile konuşuyor. Güzellikler karşısındaki şaşkınlığını, ancak Allah’ın, güzelliğe olan düşkünlüğü ile açıklayabiliyor. Veya bir başka beyitte bu defa Fuzûlî;
Yârab hemîşe lutfunu et rehnümâ bana,
Gösterme ol tarîki ki yetmez sanâ bana.
Bu beyitte şâir, Yârab sana ulaşmayan yolu bana gösterme diye yalvarıyor. Yine Fuzûlî;
Yârab belâyı aşk ile kıl âşinâ beni,
Bir dem belâyı aşkdan etme cudâ beni.
Öyle zaif kıl tenimi firkatinle kim,
Vaslınâ mümkin olâ yetürmek sabâ beni.
diyerek, Yaradanı ile halvete giren müslümanların hâlini, yâni bu milletin din anlayışını örnekliyor.
Hak ve aşk yolunun bir başka yolcusu Yûnus ise;
Ey Dost senin yoluna, cânın vereyin Mevlâ.
Aşkını komayayın, od’a gireyin Mevlâ.
Beni sana vereyin, sensiz beni nideyin.
Ben senin huzûruna, ben’siz varayın Mevlâ.
Veya:
Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.
Yol oldur ki doğru vara, göz oldur ki Hakk’ı göre,
Er oldur ki alçak dura, yüceden bakan göz değil.
Yûnus bu sözleri çatar, sanki balı yağa katar,
Halka metâların satar, yükü gevherdir tuz değil.
Hattâ başka bir mısrâında;
Yûnus seni din edindi, din nedir îman edindi.
diyerek, dînin özünün sâdece kuru kurallar silsilesi değil, bir îman inanış biçimi olduğunu vurguluyor. Halk şiirinden, dîvan şiirine, dînin bir sevgi ve aşk yolu olarak benimsendiği bu anlayış değişmiyor.
Diğer taraftan, Horasan erlerinin hoşgörü ile Anadolu’yu mayalayarak tesis ettiği hayat şeklinde, belki kırsal kesimde mektep-medrese de mevcut değildi. Ama onlar gelenek, görenek olarak yerleşmiş yaşam biçimlerinde, haramı-helâli, komşu hakkını, yardımlaşmayı ve ibâdeti, yâni dînimizi, gerek sosyal veçhesiyle, gerekse bireysel olarak, en hâlisâne şekliyle yaşıyorlardı. Böylece dîni, hayâtın içinde canlı örnekleriyle görüyor, bir irfan sezgisiyle kavrıyorlar ve tatbik ediyorlar, kimseyi de dinli, dinsiz diye ayırmıyorlardı.
Asırlar boyu “Senin dînin sana, benim dînim bana” diyen ecdâdımız, câmi, kilise ve havranın yan yana olmasından rahatsızlık duymamış, hattâ fethedilen yerlerde her kilisenin yanına bir câmi inşâ edip, birlikte ibâdet edilmesini sağlamışlardı.
Yücelerden yücesin,
Kimse bilmez nicesin,
Güzel Tanrı,
Çok câhiller seni gökte arar, yerde ister,
Sen inanmışların gönlündesin.
diyebiliyorlardı.
Bugün ne oldu da, bu anlayıştan eser kalmadı, köylü İslâm’ı veya Vehhâbî inanışı tanımlamasıyla anılan bir kısım insanımız dindar, diğerleri ise dinsiz sayılmaya başladılar?
Bu suâlin cevâbı; dînin politize edilmiş olmasıdır. Evet, bu bir politika olarak en az elli senelik çalışmanın sonucudur. Bu çabanın sonucunda anne ve ninelerimizin çeşitli şekillerde taktıkları şifon ve eşarplar, sempati merkezi iken, şimdi başörtüsü toplumda bölünmenin bir sembolü olmuştur.
Anayasa Mahkemesi’nin bu hafta açıkladığı üniversitelerde türban yasağı karârının gerekçesinde; dînin siyâsete âlet edildiği, laiklik ilkesine aykırı bulunduğu, hedefin dînî amaçlı örgütlenme olduğu ve nihâyet türbanın bir baskı aracı olarak kullanılabileceği” gazete manşetlerine düştü. Ama ülkede türban tartışmaları bitmedi. Acaba, yukarıdaki örnek şiirlerde görüldüğü gibi, asırların süzgecinden geçerek rafine olmuş, incelmiş ve yükselmiş “Türk Müslümanlığı” politik mülâhazalarla kaybedilmiş olmasaydı, ne milletin dilinde, ne de Anayasa Mahkemesi’nin gündeminde böyle bir dâvâ olabilir mi idi?
Kaybettiğimiz değerleri tekrar bulabilir miyiz? Bu konuya zaman zaman tekrar dönmek üzere, şimdilik sözü yine Fuzûlî ile bitirelim.
Gel ağlayalım bu mâcerâya,
Bir dem koşalım sedâ, sedâya.