Mevlânâ’nın Mesnevî’si
“Ben Kur’an’ın bendesiyim, Hazreti Muhammed’in yolunun
tozuyum. Eğer biri, benden bunlardan başka bir şey naklederse, ondan şikâyetçiyim.” diyen Hazreti Mevlânâ; 25.000 beyti aşan Mesnevî’sinin ilk 18 beytini bizzat kendisi kaleme almış, gerisini de yıllar süren bir berâberlik içinde, o söylemiş, Hüsamettin Çelebi yazmıştır.
Dinle neyden, duy, hikâyet eyliyor,
Ayrılıklardan şikâyet eyliyor.
Bir garip düşmüşse yurdundan cüdâ,
Yurduna dönmek ister dâimâ.
Aşka düştü, yandı hep tutuştu ney,
Aşka düştü, aşk yüzünden coştu mey.
Yardan ayrılmışa ney sırdaş olur,
Perdeler yırtar, visâle yol bulur.
İlk beyitler içinden seçtiğimiz yukarıdaki mısrâlarda görüldüğü üzere, kamışlıktan kesilerek, toprağından ayrılmış, üzerine delikler açıldığından, parçalanmış, üflenmekten kurumuş, yanmış, yakılmış “Ney” sembol olarak kullanılır. Yaratılış ile Tanrı’dan aldığı nefesi tasarruf eden insanın, asıl vatanı olan Yaratanın mülküne dönme arzu ve iştiyâkına “Ney” tercümandır. Neyin kendi sesi yoktur. Üfleyenin nefesi sedâ olur. Bu hâliyle Mesnevî; Hz. Mevlânâ’nın iç yüzünü aksettiren bir ayna, dinlenen “Ney” de Mevlânâ’nın ta kendisi veya aşk ile “Hamdım, piştim, yandım” diyen İnsan-ı Kâmil’den başkası değildir. Ya da Hazreti Muhammed’e gelen vahyin, O’nun vücûdu dilinden insanlığa tebliğ edilmesi gibi, Kur’ân-ı Kerim’in asırlar ötesine şerh edilmesidir. Zîra “Ben Kur’ân’ın bendesiyim” diyen Mevlânâ, söylediklerimden bundan başka mânâ çıkaranlardan da şikâyetçiyim, buyuruyor. Bu yönü ile de Mesnevî bir din kitabı, bir din öğretisidir. Hem de zamanları, mekânları aşan Kur’an misâlidir. Kur’an’ı şerh eder, O’nu kuvveden fiile, sözden örneğe, hayâtın içine katar. Anlattığı binlerce kurt-kuş-aslan hikâyesinden, hikmetli netîceler çıkarır. Dîni doğru yorumlayan ve gösteren emsalleri tespit eder. Bunu yaparken malzemesi de vahdet-birlik görüşü içinde; hoşgörü, sevgi ve aşktır. Çünkü Mevlânâ’nın mayasında bu hasletler vardır ve bu hasletlerle birlikte kemal bulmuştur. Zâten Mevlânâ da Mesnevi’sinin içinde şöyle diyor; “Bizim Mesnevimiz birlik dükkânıdır. Onda birden başka ne görürseniz, puttur. Onu kırınız.”
Kalemi erbâbına verip Sâmiha Ayverdi’den Mevlânâ ve Mesnevî’yi dinleyelim;
Mevlânâ asırların ardından süzülüp gelen tasavvuf geleneğinin kubbesi altında çerağını uyandırdı ve yüceden yüce insanlar yetiştiren aynı sisteme bağlı olarak meşalesinin aydınlığını o günden bugüne kadar getirdi.
İnsanlık âlemine Hakk’ın bir tebessümü olan Hazret-i Mevlânâ, terbiyecilik ve öğreticilik şevkini, aşk, şiir ve sanat hazînelerini eserleriyle beşeriyete sunmuş bir ilâhî rahmettir.
Fikir ve ruh lirizminin apaçık beyânı olan muhteşem Mesnevi’si ile felsefe ve îmânı kuru nazariyeler olmaktan çıkarıp hayâta mâletmiş, böylece de yaratıcı ve aksiyoncu bir hüviyet bahşettiği tefekkürüne can vermiştir.
Mesnevî kıssaları, aynı kuvvetle çarpışan zıt fikirlerin insan şuuruna verdiği mukayese malzemesiyle doludur. Bu hikâyeleri Mevlânâ kendi üslubu ve tefekkürü ile değerlendirip, günlük hayâtın üstüne ışık tutmuştur. Bunları okuyanların, içinde kendini bulmaması, onların içinde iyilikleri ve kötülükleri tartıp, kendine çeki düzen vermemesi mümkün değildir. İnsanları hep kendi kendisi ile hesaplaşarak, sulhe ve huzûra kavuşturma yolunda birleyici ve birleştirici tefekkürünü ve aşk tem’ini, Mesnevi’sinin hareket noktası ittihaz etmiş olan Mevlânâ, insanları süfliyetten ulviyete yükseltirken dâima vahdet motifini kullanmıştır.”
Aşkı yoklar, akla yoldaş olmadı,
Dil kulaktan başka sırdaş bulmadı.
Böyledir, günler geçer, yıllar biter,
Ey temiz dost, sen yaşa, var ol yeter.
Olgunun hâlinden anlar sanma, ham,
Söz uzar, kesmek gerektir, vesselâm.
Mevlânâ’nın Mesnevîsi hakkında, edebiyat târihinin üstâdı Nihad Sâmi Banarlı da şu hükmü veriyor; “Mesnevî, insana sâdece Tanrı’yı, sâdece sevgiyi ve eşsiz sevgiliyi tanıtan bir eser değil, aynı zamanda insana insanı ve hakîkî insanlığı tanıtan kitaptır. Mesnevî, baştan sona, Kur’ân-ı Kerim’in Mevlânâ çapında bir evliya tarafından yapılmış heybetli tefsiridir.”
İlâhiyatçı kimliği ile temâyüz eden Emin Işık, Mevlânâ hakkında yazdığı Belh’in Güvercinleri kitabında, Mevlânâ’nın 13. asrın buhranlı döneminde, Türkistan’ın Belh şehrinden göçüp, Anadolu’nun Konya’sına konarak, ışığıyla gönülleri, asırları ve dünyâyı aydınlatma mâcerâsının sonunda şu hükme yer veriyor;
Çağımız Hazret-i Mevlânâ’nın çağına çok benziyor. Kaba kuvvetin, ihtiras ve şehvetin putlaştığı, kutsal ile ruhsalın ayaklar altında dolaştığı bu çağda, sevgi ve barışa susayanlar, Mevlânâları arıyor. Ruhları aşka diriltecek, topluma huzur ve barış getirecek mânevî önderleri özlüyor. Mevlânâ, barış güverciniydi. Lâkin hiçbir zaman barış, barış diye feryat etmedi. O aşkı hep terennüm eyledi. Biliyordu ki, barış, barış demekle topluma barış gelmez. Barış gülleri, ancak gönül bahçesine dikilen fidanlarla açar, oradan devşirilir. Öyleyse, gül derlemek isteyenler, sevgi fidanları dikmelidir.
O güvercin, Konya’ya ta Belh’ten gelmiş idi.
Can kuşu, canânına Hu deyip, uçtu gitti
Bu hükmün üstüne, ancak Mevlânâ ile sözü bağlamak yaraşır. Mevlânâ Mesnevîsinde; ‘Ey insan sen yalnız duyuş ve düşünüşten ibâretsin, geri kalanların ise et ve kemiktir.” diyor ve devam ediyor, “Mâdemki insansın, mâdemki duyuyor, düşünüyor ve seziyorsun, büyük hakîkati bulmak için gönlünü ve idrâkini yoracaksın.
Duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin.
Sen söyleyemez isen, rûhunun vâsıl olduğu sırları şiirlere, sazlara ve semâlara söyleteceksin.
Bütün bunlara dahi söylenemeyecek büyük sırlara erdiğin zaman ise,
İşte o zaman susacaksın.
Şimdi de, Mevlânâ’nın “ Peygamber değil ama kitabı var.” diye hakkında târihe not düşürülecek kitabı Mesnevî Manisa’da bugünlerde okunmaya başlandı. Hz. Mevlânâ’nın beynelmilel bir değer olduğunu ve Türk Tasavvuf Kültürünün bütün insanlığı kucaklayan bir düşünce sistemi olduğu husûsunu Manisa’da tanıtmak, öğretmek gayesi ile kurulmuş, Mevlânâ Düşüncesini Araştırma Derneği-MEDAR, geleneksel Mesnevî sohbetlerini, Çaybaşı mevkiinde yeni restore edilen Kabak Tekkesi’nde ihyâ ediyor.
Manisa’nın ikinci ve şehiriçi mevlevihânesi Alibey Câmii’nin doğu cephesinde olup 1995 yılında yıkılmadan evvelki mutbak kısmı. Fotograf: Necdet Okumuş