Kökü Mâzide Olan Âtiyiz
Basında tesâdüf ettiğim eski, yeni karmaşasına dâir bir yazı, bana Yahyâ Kemal’in bu meşhur mısrâını hatırlattı.
Geçmişte iki büyük şâirimiz arasında yaşanan küçük bir çekişme, sosyolojik bir gerçeğin dört kelime ile literatüre yerleşmesine vesîle olmuştur.
Son asrın, en büyük şâiri ve fikir adamı olan Yahyâ Kemal Beyatlı’ya, yine zamânın ünlü bir şâiri, eski kültür değerlerine olan eğiliminden dolayı, “Harâbîsin, harâbâtîsin” diye tenkitte bulunur. Bu söz üzerine Yahyâ Kemal; “Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim kökü mâzîde olan âtîyim(gelecek)” diye cevap verir ve bu cevap, böylece edebiyat târihimizin köşe başlarından birine yerleşir.
Gerçekte de Yahyâ Kemal geleneksel dîvan şiirimizdeki, “fâilün, fâilâtün” gibi kalıplarla, sayılıp, ifâde edilen ve açık-kapalı kelimelerin aynı hizâda oluşturduğu aruz vezninin son temsilcilerindendir. Hattâ son temsilci olmaktan ziyâde, aruz veznini Arapça ve Farsça kelimelerden ayrıştırıp, 1940’larda oluşmuş hâlis bir Türkçe kullanarak, aruz veznini Türkçe’ye tamâmen adapte etmiş ve eski kalıptan, yeni bir “Türk aruzu” doğmasını sağlamıştır.
Tabiîdir ki, 6-7 yüzyıl imparatorluk lisânı ile kullanılmış şiir geleneğine vâkıf olmadan, bu geleneği 20. yüzyıla taşıyabilmek mümkün olamazdı. Üstelik Yahyâ Kemal, eski şiir, eski edebiyat ve eski târihimizi de, genç yaşında memleketi olan Üsküp’ten kaçarcasına gittiği ve 9 yıl kesintisiz yaşadığı Paris’te bulmuş ve Paris kütüphânelerinde Osmanlı medeniyet ve kültürünü tetkik ederek öğrenmiştir. Yâni batıda, doğunun kültür zenginliğini keşfetmiştir.
Bu îtibarla, üstad Yahyâ Kemal, müslüman Türk kültürüne âşinâ bir batılıdır ve Yahyâ Kemal gerek Paris yıllarında, gerekse dönüşünde yerleştiği ve en büyük şâiri olduğu İstanbul yıllarında batılı ve hattâ bohem hayâtını sürdürürken, hep bir müslüman Türk kimliğini de ön planda taşımış ve eserlerinde de işlemiştir. Hayâtı ve sanatı ile Yahyâ Kemal, eski ile yeni arasında en güçlü köprüyü kurmuş ve geleneksel şiirimizi çağımıza uyarlamıştır.
Gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun son 150 yılında, gerekse Cumhûriyet dönemimizde yüzümüzü batıya döndüğümüz ve muâsır medeniyet seviyesine ulaşmak hedefimizde, batılı ülkelerin medeniyet kıstasları örnek alındığından kuşku yoktur. Ancak, yalnızca Anadolu’daki târihî köklerimiz bile, bin yılı bulmaktadır. Kökleri bu kadar derinde olan bir milletin, geçmişinden soyutlanabilmesi mümkün değildir. Bu sosyolojik vak’a, bir çelişki veya çekişmeler yumağı olarak da açıklanamaz. Bu târihimizin bir realitesidir. Zengin kültürel mîrâsımızdır.
Öyleyse, beş yüz yıl hüküm sürdüğümüz ne Avrupa’nın Birliğinde, ne de onca yıl hâkimi ve hâdimi olduğumuz orta doğu coğrafyasında kimlik sorunu yaşamamalıyız.
Köklerimiz bu kadar derinde iken, başımız da göklere değebilir. Yâni “geçmişten, geleceğe” uzanabiliriz. Yine en büyük üstad Yahyâ Kemal’in bir rubâîsinde dediği gibi;
Farkında değildik, göğe ermiş serimiz
Şimden gerû gülzârı suhandır yerimiz.
Yahyâ Kemal’in fikirlerini yansıtan düz yazı kitapları ile, eski dil ve tarz ile yazdığı şiirleri Eski Şiirin Rüzgârıyla adıyla, dörtlükler anlamına gelen rubâileri Rubâiler ve Hayyam Rubâilerini Türkçe Söyleyiş adıyla, çağdaş ve hâlis Türkçe ve Türk aruzu ile kaleme aldığı ve de asıl kimliğini taşıdığı şiirleri Kendi Gök Kubbemiz adıyla, İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından yaklaşık 50 yıldır yayınlanmaktadır.